Takvimler 15 Mart 1921 gününü gösteriyordu. O gün her zamanki gibi erkenden kalkan Talât Paşa, refikası Hayriye Hanımla birlikte kuşluk vaktinde mütevazı kahvaltısını yapmıştı. Bir süre oturup eline henüz geçebilmiş olan gazetelere göz gezdirdikten sonra eldiven alacağını hatırlamıştı. Refikasına seslendi:
“Hayriye, ben eldiven almaya gideceğim. İstediğin bir şey var mı?”
Onun seslenmesini duyan Hayriye Hanım sadece bir cümle etmişti:
“Dikkatli ol, olur mu?”
“Olurum, sen merak etme! Bu arada Anadolu’daki mücadele ile ilgili haberler oldukça iyi, belki yaza doğru biz de memlekete dönebiliriz!”
Bu sözüne Hayriye Hanım çok sevinmişti. Gözlerinin içiyle gülüyordu ve öylece ona doğru baktı. Tebessüm etti sadece karşılık olarak. Yelek cebindeki köstekli saati çıkarıp baktı; on bire birkaç dakika vardı. Yerine yerleştirirken üstünü giyinmiş kapıya doğru yönelmişti. Hayriye Hanım onu yolcu ediyordu.
“Allahaısmarladık…”
Dedikten sonra kapıdan dışarı çıktı. Şimdi kaldırımda yürüyordu. Caddeden tek tük atlı arabalar ve otomobiller geçiyordu. Kafasının içinden çok özlediği memleketi geçiyordu. İstanbul ise ayrı bir tütüyordu burnunda ama İstanbul’a hemen gidebileceğine ihtimal vermiyordu. Bir süre daha dayanmalıydı. Geçenlerde kimin sorduğunu hatırlamadığı bir soru geldi hatırına;
“Uzun zaman memleketten ayrı kalanlar döndüklerinde toprağı öpüyorlarmış siz de öpecek misiniz?”
“Ne öpmesi, avuç avuç yiyeceğim!”
Demişti ve arkasından hüzünlenmişti. Şimdi ise bunu hatırlarken yüreğinin içinden bir şeylerin ılık ılık aktığını hissediyordu. Vatan, böylesine kutsal böylesine özlenen bir yerdi. Ayakları onu Haronberg Sokağına ulaştırmıştı. Evinden çıkalı daha üç-beş dakika kadar ha olmuş ha olmak üzereydi. O sokaktaki büyük konağın önüne yaklaşırken arkasından hızlı adımlarla gelen kalbi karayla kaplının, yüreği şeytanın elinde kalanın ayak seslerini bile duymuyordu. İnsanoğlu’nun başına gelecek her neyse ona doğru yaklaştıkça her şey birden farklı biçimlere bürünüverir. Kulakları duymaz olur mesela, gözleri de görmez akıbetine doğru yol alırken, aklı da fark etmez hiçbir şeyi! Etrafına bir bakındı, daha kış tam manasıyla bitmemişti. Ağaçlar, yeni bahara uyanırken, çiçekler daha bin türlü rayihalarını yayacak kadar açmamışlardı. Puslu bir Berlin havasını teneffüs ederken etrafı sanki birden nurla aydınlanıvermişti. Gönlüne bir ferahlık dolarken açmayan çiçeklerin kokusunun vücudunun dört bir yanına yayıldığını hatta parmaklarının ucuna bile ulaştığını hissetmeye başlamıştı. Ne araba gürültülerini, ne insanların konuşmalarından doğan ve kulakları tırmalayan bir sesi duyuyordu. O an o katilin arkasından geldiğini hissetmedi bile. Onun cebinden çıkardığı parabellum revolverin başının arkasına doğru yaklaştığını da fark etmedi. Üç dört parmak kala nefretle tetiği çektiğini, hatta patlama sesini bile duymadı. Ruhu, bedeninde emanet duran canı işte o an ayrılıvermişti. Cansız bedeni yüzükoyun kaldırıma düşerken ruhu cennet rayihalarını duyuyordu.
Katil Sogomon Tehleryan, Talât Paşa’yı bir süredir takip ediyordu. Evinin karşı taraflarında bir oda tutmuş olmasına rağmen kendisini gizlemişti. O gün evden yalnız çıktığını görünce hemen takibe başlamıştı. Beklediği fırsatın geldiğine karar verip kara elleriyle tuttuğu kara silahın tetiğini çekmişti. Talât Paşa’nın cansız bedeninin yere düştüğünü gördüğünde elindeki revolveri yere fırlatmıştı. Bu bile aslında planın bir parçasıydı. Silah sesini duyup gelecek bir Türk’ün elindeki silahı görür görmez kendisini vuracağından korkmuştu. Çevrede bulunan, olayı gören Almanlar onu kıskıvrak yakaladılar. Birisi yerde yatan cesedi kontrol ettiğinde ruhunu teslim ettiğini anlamıştı. Oradan temin ettikleri bir örtü ile üzerini örttüler. Bu sırada polisler de gelmişler katilin etrafına sarmışlardı. Yakınlarda oturan Nazım Bey, Bahaeddin Şakir Bey, Salim Bey, Rüsuhi Bey oraya ilk ulaşanlardandı. Hepsinin de aklına yerde kanlar içinde yatan üstü örtülü kişinin Talât Paşa olabileceği geliyor, birbirlerine bile söyleyemeden yerde yatanın o olmaması için içlerinden dua ediyorlardı. Bu duygular içerisinde cesede ilk yaklaşan Bahaeddin Şakir Bey olmuştu. Kimseyi yaklaştırmayan polislere nezaketle konuştu:
“Cesedin kim olduğuna bakabilir miyim?”
“Tanıyor musun?”
“Ayakkabıları ve paltosundan dolayı benzetmiş olabileceğimi sandım!”
Polisler yaklaşmasına izin verdiler. Nazım Bey de yanına gelmişti. Bahaeddin Şakir Bey, cesedin üzerindeki örtüyü kenarından tutup yavaşça yukarı kaldırınca beyninden vurulmuşa dönmüştü. Gözlerinin gördüğünü gönlü kabullenememişti. Boğazı düğüm düğüm oldu. Sanki bir kuvvetli el boğazını nefes alamamacasına sıkıyormuş gibi hissetti. Zorla da olsa boğuk bir ses çıktı dudaklarının arasından:
“Talât Paşa’mızı vurmuşlar!”
Aynı anda da birden gözünden yaşlar akmaya başladı. Koca adam hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Dizlerinin bağı çözülmüş, bundan mütevellit ayakta duramadığından dizüstü yere düşüvermişti. Nazım Bey, diğerlerini teskin etmeye çalışıyor ama içindeki sıkıntının çoğaldığını hissedemiyordu bile! Gözlerinden yaşlar dökülmeye başladığında, üzüntüsünden dolayı çaresizliği en üst seviyede yaşadığının farkında değildi. (Bülent Keskin, Cantemir, Post Yayınevi, 2024, Sayfa 107)
Talât Paşa’mızın şehadetini böyle anlatmıştım Cantemir kitabımda. Koca Devlet-i Aliyye’nin sadrazamlığını yapmış bu müstesna insanın şehit olduğunda ayakkabısının altı bile delikti. Bu durum çektiği maddi sıkıntıların deliliydi aslına bakılırsa! Bu ve bunun gibi birçok durumdan da şikâyetçi olmamıştı. Bırakın şikâyeti Dâhiliye Nazırıyken, sonrasında Sadrazam olduğunda oturduğu ev bile kiralıktı. Öğlenleri, evinden sefer tasında götürdüğü yemeği yerdi. Savaş zamanında halkın fırından vesikayla aldığı ekmeğin aynısı yemek masasındaydı. Türk Milletinin varlığını korumak, bu topraklardaki mevcudiyetini mahşere kadar sürdürebilmek gayesiyle devleti yönetiyorlardı. Devlet savaş hâlindeyken geride isyanlar çıkaran, masum halkı katleden Ermeni caniler için aldıkları tehcir kararını bahane ederek yalnız Talât Paşa’yı değil Sait Halim Paşa’yı, Cemal Paşa’yı, Bahaeddin Şakir Bey’i ve Cemal Azmi Bey’i alçak suikastlarla kurşunlatanlar ve kurşunlayanlar ne kadar da aşağılıktır! Şahsi düşüncem şudur ki; Talat Paşa, Enver Paşa ve İttihat Terakki’nin önde gelen isimleri hakkında tenkidi aşan ifadeler ve nitelemelerde bulunan kişilerin aslında Türk Milletine duydukları ama doğrudan söyleyemedikleri düşmanlığı ancak böyle ifade ettikleridir! Türk Milletinin evlatlarına attıkları iftiralarla kendi suçlarının üzerini örtmeye çalışıyorlar. Anadolu’nun doğusunda, Ermeni çetecilerin yerle yeksan edip yaşayanları hunharca katlettikleri onlarca köy bulunuyor. Görmek isteyenler Kars’ta, Erzurum’da, Van’da ve diğer şehirlerimizde gidip bu anıtları ziyaret edebilirler. Çünkü o köyler şimdi yok haritalarda!
Talât Paşa’nın suikast haberi duyulunca Ankara Hükümetinin resmi yayın organı olan Hâkimiyet-i Milliye’de çıkan, çok derin manalar içeren yazının bir kısmını burada belirterek yazımı nihayetlendirmek istiyorum:
"...Bu cinayetin sebebini her şeyden evvel, İngiliz suikastlarında aramak zaruridir. İngilizlerin, askerle ve politikayla başa çıkamadıkları Türkiye’ye bugün mikyası geniş bir suikast tertibatı ihzar ettikleri anlaşılıyor... Bu menfur cinayet İngiliz hıyanetinin beşeriyetin yüzünü kızartacak ne çirkin bir raddeye ilerlediğini bir kere daha gösterir. İngilizler, menfur politikalarıyla gasıb-ı harplerine şimdi bir de Türk ricalini saklıca arkadan vurmak şenaatini ilave ettiler... Vefatı cidden şayan-ı eseftir. Cenab-ı Hak rahmeti aliyesine mazhar eylesin."
Talât Paşa’mızın ve gönlü Türk Milleti ile olan şehitlerimizin ruhları şad olsun.
YORUMLAR