“Hayattaki amacınızın ne olduğunu hala bilmiyorsanız, ne mutlu size ki, artık bir amacınız var: Bu amacın ne olduğunu bulmak” (“Ikıgaı”, Hector Garcia & Francese Miralles, İndigo Yayınları s.42)
Hani diyor ya Yunus; “Ete kemiğe büründüm/ Yunus diye göründüm” Ete kemiğe bürünen, Yunus diye görünen nedir? Bir başka şekilde ifade edersek; Yunus diye görünebilmek için ete, kemiğe bürünen nedir? Yunus Emre, kendisinin ne olduğunu sanmaktadır? Yoksa şairlerin sıkça baş vurduğu saçma sapan ifade şekillerinden birimidir?
“Platon insanı, “iki ayaklı, tüysüz bir canlı” olarak tanımlayınca Diyojen, kendisine bir yolunmuş tavuk uzatarak, “al sana insan” demişti. Platon da bunun üzerine, apar topar tanımı değiştirmiş; “Geniş tırnaklı, iki ayaklı, tüysüz bir canlı” yapmıştı.” ((Casper Henderson, “Hayal Bile Edemeyeceğimiz Varlıklar Kitabı” Metis Yayınları, Çeviri:Deniz Keskin, s.145-146)
Mevlana da insanı bir ney gibi düşünür. Neye üfleyen vardır ve o nasıl üflerse ney ona göre ses verir. Neyin yapacağı bir şey yoktur. Ama bir başka yaklaşım çok daha değişik boyutlar getirir insana: “Her insan yaklaşık, yüz trilyon bakteri ve belki bundan daha fazla sayıda virüs için, bir üreme ortamıdır.” ((Casper Henderson, “Hayal Bile Edemeyeceğimiz Varlıklar Kitabı” Metis Yayınları, Çeviri:Deniz Keskin s.177)
Masaru Emoto her şeyi suya bağlıyor: “Bütün evren bir titreşim halindedir ve her şey kendi eşsiz frekansını meydana getirir. Bu kitapta söyleyeceğim bu tek gerçeğe dayanmaktadır. Suyu incelediğim yıllar, bana bunun, evrenin temel gerçeği olduğunu öğretti. (…) Bir şeyi küçük parçalarına ayırdığımızda, var olan her şeyin, parçacıklar ve dalgalar olduğu, garip bir dünya içine gireriz.” (Masaru Emoto, “Suyun Gizli Mesajı” Çeviri: Serpil Demirci, Kural Dışı Yayıncılık s. 55)
D. Mariel de Emeto gibi düşünüyor ancak su ile değil enerji ile açıklamaya çalışıyor: “Demek ki biz enerjiyiz ve sürekli hareket halinde olan bir enerji denizinde yaşıyoruz” (…) Gördüğümüz, dokunduğumuz ve hissettiğimiz her şey, belli bir ritimde hareket eden enerjidir. (Chislaine D. Mariel, “Ben Enerjiyim” Arion yayınevi, Çeviren, Arzu Ünel, s..15-16)
Düşüncemizin özetini Gavın Francis yapmış: Güneşteki patlamanın, gözlerdeki proteinle ilişkilerine kadar açıklıyor.
“Gizemli gökbilimci Johannes Kepler, retinaya düşen görüntünün nasıl baş aşağı ve arkadan öne doğru yansıdığını yazan ilk kişidir. İsac Newton gezegenlerin güneş etrafındaki hareketini incelerken, kendi görme becerisini sınamak için çarpıcı deneyler yapmıştır. (…) Bu kitabı gün ışığında okuyorsanız retinanıza ulaşan fotonlar, sadece sekiz buçuk dakika önce, güneşin çekirdeğinde nükleer füzyonla ortaya çıkmıştır. (…) Saçılan ışık, saydam tabaka ve mercekten geçip, retinanın güvenlik ağına düşer. Bu çarpmanın etkisiyle açığa çıkan enerji, ağ tabakadaki proteinlerin kıvrılmasına neden olarak, zincirleme bir reaksiyon başlatır ki bu, eğer yeterli sayıda proteinde kıvrılma olursa, tek bir retina sinirinin ateşlenmesi ve tek bir ışık zerresinin algılanmasıyla sonuçlanır. (Gavın Francıs “İnsan Vücuduna Seyahat”, Çev: Şiirsel Taş, Domingo Yayınları, 13. Baskı, Sayfa 35-36)
Bu alıntı dikkatle incelenirse insan, dışarıdan gelen ışık, ses, koku vb değişkenlerle çalışan bir makineye benzetilebilir. Nitekim Thomas Hobbes: 1588-1679 “İnsanların da içinde bulunduğu tüm hayvanlar, et ve kandan oluşmuş makinelerden başka bir şey değildir.” (Buckingham, Will ve arkadaşları, “Felsefe Kitabı”, Çeviri Emel Lakşe, Alfa Yayınları, s.112) demiştir.
Mark Twain de insanı bir makine olarak tanımlar. (Mark Twain, “İnsan Nedir?” Çeviren: Esra Damla İpekçi, Dedalus Kitap yayınları, s.80)
İyice düşünülürse, insan bir canlı yayın sistemine benzetilebilir. Kamera ve ses sisteminin ötesinde, dokunma, koku ve tat alma duyularının da devreye girdiği bir canlı yayın sistemi. Gördüklerimiz, duyduklarımız, hissettiklerimiz duyu organlarımız aracılığıyla beyin denilen bir yönetim merkezine gönderiliyor. Bu süreçte fizik, kimya ve biyolojinin birbirine karıştığı yönündeki düşüncemi bile geçiyorum ve süreci yöneten kim diye sormak istiyorum? Bu olay konuşulup geçilecek bir şey değildir. Caspar Henderson düşüncelerime daha iyi tercüman olmuş: “Oysa bir an durup düşününce, kamera anolojisinin yetersiz kaldığı anlaşılıyor. Gözlerimizin arkasındaki ekranlara yansıyan resimlere, ne ya da kim bakıyor ve bu nasıl gerçekleşiyor? Eğer bu bakan kişinin gözleri varsa, o gözlerin arkasında da orada üretilen resimlere bakan birileri mi var, bu böyle sonsuza dek devam mı ediyor?” (Caspar Henderson, a.g.e, s.149)
Bütün canlıların olduğu gibi insanların da virüsten evrimleştiğini söylesem bana kızarsınız ama, sanki doğru. “Virüsler uzun zamandır yeni varlıklar meydana getirmek üzere, bakteriyel ve ökaryot yaşam biçimleriyle işbirliği yapıyor. Bunun çarpıcı bir örneği, modern memelilerin evrimindeki, kilit bir olayda görülebilir. Plasentanın oluşumu için kullanılan genlerden biri bir endojen retrovirüsten gelir. Esprili bir bilim insanı şöyle demişti: “Virüsler olmasaydı, insanlar hala yumurtluyor olurdu” ((Casper Henderson, “Hayal Bile Edemeyeceğimiz Varlıklar Kitabı” Metis Yayınları, Çeviri:Deniz Keskin s.176)
Virüs gibisin kardeşim. Virüsün önde gidenisin desem bana kızacaksınız. O zaman şaka yaptım diyorum ve değiştiriyorum, Şeker gibisin, bal gibisin, kısaca, bir çiğnemlik proteinsin. Çünkü Mc. Kissick öyle diyor: “Sen dostum devasa, koskoca bir protein yığınısın.” (Mc. Kissick, “Ben Bilmem Genim Bilir, s.31)
Düşünüyorum: Ben gerçekten de, tesadüfen oluşmuş, bir tek hücreli varlığın en son versiyonlarından biri miyim? Örneğin Covit 19 gibi bir virüsten veya benzerinden, mutasyonlar geçirerek mi insanlaştım?. Yani kedi, köpek, kertenkele, kurbağa hatta bir mantar ya da bir zeytin ağacı gibi sıradan bir varlık mıyım? Sarkıt ve dikit gibi, mutasyonların üst üste, alt alta eklenmelerinden mi oluştum. Hiçbir kutsal tarafı yok mudur canlılığın, tabii ki de insanın?
Steve Jobs ise; “Ne kadar önemli olursak olalım her birimiz, içinden –çoğunlukla tek yönde- besin geçen on metrelik birer borudan ibaretiz” diye tanımlamış insanı
“İşte her şeyin başladığı yerde bitiriyoruz ve kendimize sadece şunu soruyoruz: “Ben kimim?” (Ya Ben Yoksam, Anil Ananthaswamy, Çeviren: Duygu Akın, Yapı Kredi Yayınları s.228)
YORUMLAR