Bir makinenin yakıt olmadan çalışamaması gibi, canlılar da enerji olmadan yaşayamaz. Enerji olmadan hareket edemeyiz, düşünemeyiz, göremeyiz, yazamayız, okuyamayız, konuşamayız. Çanlılar varlıklarını sürdürebilmek için enerjiye ihtiyaç duyarlar. Bu arada enerji üretiminin, bizim bildiğimiz canlılıktan önce, atomun içinde, atomun çekirdeğinde (hadronlarda) atom altı parçacıklarda başlamasına dikkatlerinizi çekmek isterim. Çok ilginç değil mi? Canlılar enerjilerini beslendikleri maddelerden alırlar. Ancak besin maddeleri genellikle bir başka canlı ya da bitki olmaktadır. Bir başka ifade ile; yediğimiz içtiğimiz her şey, bir başka şeyin kendisi ya da tohumudur. Kaos burada başlıyor. Tanrı’nın can kattığı canlı bu kadar değersiz midir ki, kolayca yenilip içilebiliyor?
          Hani insan için canavar dediğimiz yaratıklar var ya, işte onun gibi her canlının canavar olarak değerlendirebileceği canlılar vardır. Güle aşık olduğu söylenilen bülbül, gül dalına şarkı söylemek için konmaz aslında. Kendisine en güzel böcek ziyafetinin, gül dalında olduğunu bildiği için konar. Bizlere uğur getirdiğine inandığımız o sevimli zararsız uğur böceği bile, aslında çok daha küçük canlılar için acımasız bir canavardır. Yaşam için enerji gerekliliği, birisi için kaos, trajedi, ölüm, bir başkası için sükunet, mutluluk, yaşam anlamına gelmektedir. Burada aklıma gelen bir soruyu sormama izin verin: Tanrı bütün güzellikleri vererek, özenle yarattığı canları, bir başka canlı tarafından vahşice, acımasızca yenilsin içilsin diye mi yaratmaktadır? İçinde yer aldığımız evrenin tamamında ölüm ve yaşam iç içe, birlikte yer almaktadır. Peki insan bu kaos olarak nitelediğimiz döngünün ya da doğa yasalarının dışında kalamaz mı? Böyle bir yaklaşım olacaksa yapılacak ilk şey; kendini öğrenmek, kendini bilmek olacaktır.
        “Ben kendimi tanıdım, bildim “ demek kolay ama gerçekte tanımak bilmek; çok yoğun bir okuma araştırma inceleme, düşünme süreçlerini gerektirmektedir. Dünyada bunu yapan insan sayısı maalesef sınırlı. İnsan düşünen bir canlı, diğerlerinden ayrılan tarafı bu. İki ayak üzerine kalkması bana göre; yaradılışa baş kaldıran bir farklılaşmadır. Asıl ayrılık beyin gelişimidir. Beyin gelişimi sayesinde okuma yazma, konuşma, düşünme ve muhakeme yeteneği. Ama bu farklılık az bir şey değil ve geriye kalan her şeyi değiştirme yeteneği anlamına geliyor. Geçen yazımızda “Buz dolaplarımız yeteri kadar dolu değil midir? Buz dolaplarımız doluyken illa da dışarılarda birilerine saldırmanın mantığı var mıdır?” diye sormuştuk. Buz dolaplarımız doluysa, yiyecek için bir canlıyı katletmemiz gerekmiyor değil mi? Ben şu anda bilgisayarımda bu yazıyı yazıyorum, Afrika kıtasının savanlarında aslandan korunma çabası içinde değilim, ya da avlanma konusunda onunla rekabet halinde değilim. Şu anda sıradan bir insanın sahip olduğu koşulları, örneğin 40.000 yıl önceki insanların imkanlarıyla kıyaslamanızı öneriyorum. O zaman insan yukarıda sözünü ettiğimiz kaos döngüsünü sürdürmek zorunda değil, doğa yasalarına uymak zorunda değil. Doğa yasalarını hızla değiştirmeye de devam ediyor insanlık. Örneğin soğutma ve ısıtma teknolojileri geliştirerek olumsuz hava muhalefetinden korunabiliyor. Aynı şey besin zinciri için de söz konusu olabilir. 
         İşte bu noktada insanlık, milyonlarca yıllık değişim ve gelişim sürecini hızlandırma yolunda insanlaşma eğitimini öne alabilir. Sıfır şiddet prensibiyle insanlaşmanın doruğuna ulaşabilir. Düşünen muhakeme edebilen, empati yapabilen, acıyan, seven, üzülen, mutlu olan, sinirlenen, kırılan darılan vb bir canlının varabileceği nokta budur. İnsanın yapması gereken şey; sakin olmak, bilinçli tercihler ve doğru seçimlerde bulunmak değil midir? İnsanlık huzur içinde yaşamasını engelleyen değişkenleri kontrol edebilir. Sorunları, beyin gelişimi sayesinde muhakeme ederek, konuşarak, anlaşarak, sağlıklı iletişim kurarak, kazan kazan yaklaşımıyla çözümleyebilir.
        İnsan düşünen bir canlı dedik. Peki insan yeteri kadar düşünüyor mu? Hayır, çok yetersiz. “Düşünen her insan, nükleer savaştan korkuyor ve her teknolojik devlet, nükleer savaş hazırlığı içinde. Herkes, bunun delilik olduğunu bildiği halde, her ülke bu çılgınca hazırlık için bir bahane buluyor.” (Carl Sagan, “Kozmos”, Altın Kitaplar, Çeviri: Reşit Aşçıoğlu s.337)
        İnsan denildiğinde, kötü olma şansı olmayan varlık anlaşılmalıdır diye düşünüyorum. Tanrı tarafından yaratılmışsak, kötü olma şansımız ve hakkımız yoktur. Üzgünüm ki insanlık o düzeye gelmek için daha milyonlarca yıllık bir gelişim dönemine ihtiyaç duymaktadır.
        Sözlerimi daha önce de aktardığımız bir alıntıyla sonuçlandırmak istiyorum. Marcus Aurelius kendisine şu güzel önermede bulunuyor: “İyi bir insanın nasıl olması gerektiğini tartışma artık, iyi bir insan ol!” (“Yıldızların Örtüsü Yoktur” Marcus Aurelius, Çeviren: Şadan Karadeniz, Yapı Kredi Yayınları, s.81) Öyle değil mi ama? Hep aynı şeyleri tekrarlayıp durmak değil artık iyi bir insan olmak gerekiyor. İşte kendini bilen insan olmak gerekiyor. Kendini bilmek için de İNSANLAŞMA EĞİTİMİ ciddiye alınıp, okullarda müfredatlara konulmalıdır.
                                                                     


YORUMLAR