Hayatın son düzlüğünde yorgunluklar ve sorunlar birbirleriyle yarışıyor. Hangisinin ilk önce seni tüketip bu yarışı sonlandıracağının aslında hiçbir önemi yok; çünkü hepsi aynı ahırın atları. Her ne kadar dört nala bir gidiş söz konusu olsa da, geri dönüşlerin sürekli olduğu gerçeğini değişmiyor. İşin tuhaf yanı ise, bu hızın bir başlangıcı mı var diye soruyorsun ve cevap muallakta.
Ellerini semaya açıp dua ederken, tam olarak ne için “amin” dediğini dahi bilmeden duruyorsun. Turuncu güneş, yanaklarında iz bırakırken, ruhunun ağırlığını hissediyor ve neden böyle oldu sorusuna bir cevap arıyorsun. Ancak bazı şeylerin ne bir açıklaması var ne de mizahı... Şimdi sen anlat, ben dinlerim; çünkü o eski konuşma vaktini çoktan geçtik. Zaman artık kırılıp dökülen parçaların üstünü örtüyor sadece. Derinlere inmeye ya da dibini temizlemeye dair bir umut mu? Yok öyle bir şey; bugüne kadar öyle bir temizliğe şahit olmadım.
Bu nasıl bir dünya ki herkes "değil"lerini yaşamak zorunda kalıyor ve katlanabildiği kadar dayanıyor? Oysa şair ne güzel söylemiş: "Alt tarafı bir çiçek koklayıp, bir hayvan sahiplenip, birkaç insan tanıyıp, sevip gidecektik bu dünyadan. Nasıl kötü bir zamana denk geldi ömrümüz…”
Bütün yolların kapalı olduğunu biliyorum ve biliyorum ki yapısı sır dolu ama bir o kadar da berrak. Sen, dibini gördüğünü sanıyorsun, fakat gözle görünmeyen engeller öylece duruyor. Aynı kuşun cama çarpıp yere düşmesi gibi... Belki bu hayat sadece bir rüya; uyandığında hatırlamadığın ama biten ve seni hep tamamlanmamışlık hissine sürükleyen. İşte bütün bunlardan sıyrılsan bile tam olarak varılamayacak bir nokta gibi... Çitanın hızını değil, ani duruşunu hatırla.
YORUMLAR