Dilin dönmez anlatacaklarına
Göz baka baka susarsın
Şimdiye kadar anlattıkların
Anlatamadıklarının yanında hiç kalır
Kırılmış aynalardan yalandan gülümseyen
Yüzünün arkası hüzün
Öyle ya, bir sebebi olmalıydı
Kısa yollardan uzun dönüşlerinin
Bildim bu taş ilk vuruşta neden kırılmaz
Bildim hint bülbülünün dili neden yara
Bildim bir at neden koşmadan çatlar
Neden dağ yıkılır
Neden kapanır bu yollar
Neden solar, güneşi görmeyen menekşeler
Beşikteki bebek neden içli içli ağlar...
Avuntulu masal nasıl can çekişir
Kaç parçayım ben, kaç parçasın sen
Bu türküler neden yerden yere vurur seni
Neden şiirlerin kendi içinde koşar da düşer
Ah be yalan dünya, yok artık sana bir sitemim
Avuçlarımda yağmur suyu biriktiriyorum
Buğdayı biçilmiş topraklara serpmek için
Avuntu sever menekşeler pencerede solmasın
Dertli bülbül, güz gülüne konmasın
Kaç damlayım ben, kaç damlasın sen
Sırtında eylül, cam üstünde kışa yürüyorsun
Kar toplayan bulutlar kadar yorgun
Göçmen kuşlar kadar hırpalanmış
Dağ yolu kadar ıssız, lal gibi sessiz
Rüzgâr kadar iniltili
Her yaşanana şahit, sokak lambası kadar hüzünlü
Ağustostan kaçıp, ekime dört nala koşan eylül gibisin
Hadi serinliğe sür atını
Varsın, yaprak döksün ömrün
Ceviz ağacın gölgesini çeksin üstünden
Karıncalar kış uykusuna yatsın
Arap kızı yağmura camdan baksın
Yaz, güzü iğde kokusuyla boynuna taksın
Ekime koşan eylül, toprağın karnını doyurur
Üstüne bir bardak kar suyu, mart ayında olsun.