Hayatı yerinde öğreniyoruz ve yerinde yeller esiyor. Bu hayat, hiçbir mukavemet göstermeye gerek bırakmadan ahtapotun kolları gibi her istediği yere uzanıp sürükleye sürükleye çekiyor bir mechulden bir meçhule!
Bazen dizilerin, bazen filmlerin vazgeçilmez sahnesinde, bazen de gerçeğin ta kendisinde yaşayarak görüyoruz hastanın kriz anındaki elektro şokunu; bir, iki, üç, olmadı bir, iki, üç daha! Acilde bir sedyeden ve kapalı bilinç ile garip bir yolculuk ameliyathaneye. Elektrikli tabelada hastanın sürekli kayan adı ve soyadı. Saatler geçiyor, kapı açılıyor ve karşında doktor. Yakınları soruyor, hastanın durumu nasıl? Ameliyat başarılı geçti ama hastayı kaybettik! Duyduğun bu sözlere mi şaşkınlık yoksa hastayı kaybettiğine mi, çelik çekmeceli morka taşıdığına mı? Bilmiyorum. Hayatı fazla ciddiye almamak sözleri geliyor bu manzarayı gördükten sonra. Hayat ne yașanacak kadar iyi ne de yaşanmayacak kadar kötü düşüncesi ancak garip bir teselli.
Biraz uçlarda mı yaşamak lazım ve biraz klinik vaka olmadan delirmek mi bilmiyorum? Hiç suya sabuna dokunmayan ve bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın hodbinliğinden nefret ediyorum. İlla uçlarda mı olman gerekiyor? Evet, bu çekilmez hayatın düş kıyısından başka düşlere yuvarlanıp gitmeli. O halde ölmeyi dene ve intihar et. Henüz değil daha yazacaklarım var ve inancım buna mâni. Yorgun ve bitkin düșsek dahi Don Kișotluk mu yapalım? Evet gerekirse yapalım. Karışmış ak saçın ve ak sakalın ile Hasan Mezarcı'nın iğnesinden yaptırıp mehdiliğimizi mi ilan edelim? Yok, bu uçlarda bile fazla. En iyisi kendi tarikatını kur ve ilan et kendi tarikat liderliğini, inan senin gibi aptala inanan çok aptal çıkacak.
Öylesine bir boşluğa bir heves makamında yazıyoruz. Davudi sesimizi yükselttik olmadı, afilli sözlerimizi yükselttik o da olmadı. Yüksel, işte gidiyoruz Veysel yolculuğunda ve uzun ince bir yolda...