İKİ AYRI, UZAK KIYISI VAR YÜREĞİMİN


 Evimiz merkezi bir yerdeydi eskiden rahmetli ağebeyimin deyimiyle. Eski adıyla Karabulut Caddesi. Yeni adıyla Seyyid Mahmut Hayrani Caddesi üzerinde, Yeni Camii'ni az altında. Hemen arka tarafında İstasyon Caddesi. Eski Verem Savaş Dispanseri arkasında. Ana - baba ocağımız, rahmetli annemin ve babamın evliliklerinden beri oturdukları, bizim de 3 kardeş doğup büyüdüğümüz, çocukluğumuzu ve gençliğimizi verdiğimiz muhit.

     Üniversite için çıktığım ve uzun yıllar kopuk kopuk gidip geldiğim içinde hala ailemin yaşadığı, özlem ve hasretin yer aldığı arada gelip sığındığı eski neşeli günlerin geride kaldığı bir anlam taşıyan şimdilerde. Şimdilerde ise sessiz, boş ve yalnızlığına terk edilmiş. Bir hayalet kasaba gibi o muhit sokağa girdiğim an içimi hüzün, acı ve keder kaplayan. Giderek eskimiş her şey. Bir çok komşu göçmüş, ölmüş ya da evleri yıkılmış, bomboş gibi. Sayılı ev ve tanıdık yüz kalmış. 

     Doğduğun ev ve yaşadığın coğrafya kaderindir, seni göbek bağıyla kendine bağlı  tutan. Tilkinin dönüp dolaşıp geldiği yer kürkçü dükkanıdır derler ya, dönüp dolaşıp geldiğimiz yer bizi o bağla düğümlemiş yerdir. Nereye, ne kadar uzağa giderseniz gidin aklınız ve kafanızdakilerde sizinle oraya gelir ve asla bir adım boyu bile uzaklaşamaz, kaçamazsınız o gerçeklerden. Ne uzak kalabiliyorsun, ne de yakın durabiliyorsun.

     İki uzak kıyısı var yüreğimin. Doğu ve batı gibi iki farklı uç. Birbirine o kadar zıt ama bir o kadar da bir ve birbirinden ayrılmaz bir bütün gibi duran. Kimim ben, nereye aitim? Hangisi gerçek benim? Belki hiç biri yahut her ikisi de. Olabilir mi bu? Mümkün mü? Biri doğuştan gelen özellikleri taşıyor adıyla, yaşıyla, gördüğü, ezberletilmiş, o göbek bağıyla işlenmiş nakış nakış bir Bozlak Anadolu çocuğu, diğeri sonradan kendime eklediğim sonradan geliştirip edindiğim alışkanlıklar, zevk ve hobiler. Buraya bu yazıları yazan adam. 

     Ben galiba yaşlanmıyorum, eskiyorum sadece. Ne geçmişe ne bugüne ait olamıyorum. Ne eskiye dönebiliyorum, ne bugüne.. O iki kıyısı olan dünyasında iki arada bir derede kalmış bu adama dönüp bakıyor ve acıyorum aslında. Ne kadar yalnız kalabalıklar ortasında. Anlaşılamıyor, farkedilemiyor bile bazan. Mutsuz ve bedbaht bu iki adam. Pardon iki adam mı dedim? Ha tamam iki kıyısı olan yüreğinde ki iki ayrı kıyıda var olmaya çalışan bir tek ama iki yakası bir araya gelmeyen iki ayrı kıyıda iki ayrı öyküde var olma mücadelesi veren aslında iki adam evet. 

     Annesinin dizleri yok şimdi gürültü ve kalabalıktan yorulduğunda gidip yatacağı. Yok bir erkek kardeşi şimdi karşılıklı oturup dünyaya ve düzene küfür edeceği. Ne yabanıl bir üzüntü. Ne vasıfsız keder. Artık ağlamanın da, acının da bir rengi, kokusu ve tadı yok. Tam da Emrah Serbes'in o karanlık cümlesinin önünde duruyorum şimdi ve infial, ve infilak...

      '...Matkapla göğsünün ortasına açılmış bir pencere düşün. Perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. Eskisi gibi acımıyor ve de asıl bu acıtıyor.'