EV...
Ev, içine girildiğinde, sizi bekleyen yaşantıyı bilmek demektir aslında. Yüreğinizdeki baskı her zaman hissedilir. Bu baskı; ya güzel duyguların ya da birtakım endişelerin habercisidir. Dört yanı betonlarla kaplı bu yerde çok yanlı duygularla baş başa kalırsınız. Zamanın bize benimsettiği evler hakkında biraz daha derinlere inelim.
İnsanın, belki de en çok dile gelip konuşmasını istediği cansız varlıklardır evler. Çünkü onlar insanların hisleriyle değer kazanmıştır. Sıcaklıkları bile içindeki insanlara göre belirlenmiştir. Aldığı izler, barındırdığı canlıların, birbirlerine olan tutumlarıyla ortaya çıkmıştır. Tabiri caizse onlar nefes almayan canlılardır ve seslerini mümkün oldukça çıkarmazlar. Hizmet ettikleri sahiplerine saygıda kusur etmemek için tüm sadıklıklarını dilsiz bir şahitlikle gösterirler.
Sahiplerini kaplarına taşan kişilerden seçen bazı hizmetkarlarsa, şekilden şekile girebilirler. Örneğin; kimileri için engin su kütleleriyken kimiler içinse kalbi ruhundan akan canlılardır.
Hep bir devinim halindeki insan, yaşamı boyunca göç etmeye çalışarak bir yerden kaçmayı kendine iş edinir hale getirmiştir. Bunları yaparken de kimisinde isteklidir, kimisinde ise son çare olarak tercih etmiştir. Sonra da yolları daha katlanabilir hale getirebilmek için işin içine duygularını katmıştır. Sahiplenme duygusunu elinde tutunca da başarı zevkini tatmıştır. Egosuna yenilerek bu zevkten çok çabuk bıkanlar, gözünü diğer evlere dikmek istemiş, göç ederken saçtığı duyguları ise kimsecikler görmeden evinin önüne gömerek önce kendisi elindekilere emeksiz ulaştığına inanıp çevresindekileri de bu yönde ikna çabalarına girişmiştir. Nankörlüğünü nam olarak yanında taşıyan insan, yine bir anlaşmayı kendi lehine almaya çalışıyordu işte.
Gömdükleri yerden kendi çabalarıyla çıkmayı başaran hisleri, insanların ayaklarını kaçtıkları yerlere geri götürmenin mutlaka yolunu bulurdu. Bu duruma düşmek ise onları içten içe utandırıyordu. Eskisinin boşluğunu her zaman doldurmanın yolunu bulanlar, en eski yollardan geçmeyi nasıl değiştiremediklerine şaşıyordu. Unutulanların hatırlanması epey keyifleri kaçırmıştı. Evleri onlara aynadan baktırıyordu. Fakat ayna sadece insanların dış görünüşlerini yansıtmıyor, onlara sorular da soruyordu. Artık boynuz kulağı geçmişti. Duygularını gömen insanlar fark edilmiş, şartsız benimseyenler ise hesap sormak için aynadan bakacak kişisini bekliyordu. Bozulan denge kurulmaya çalışılıyordu. Bu denge, anılarla hazırlanmış harcın sağlamlığıyla temelini güvenden alan yapılarla sağlanmıştı.
Yeniliğin onda uyandırdığı geçici heveslerle göç eden insan, yorulduğunda dinlenebilmek için evine daha hızlı adımlarla dönmek istemeye başladı. Sokağına girdiğinde bile içini güven ve huzur kaplamaya yetti. Çünkü her şeye rağmen aralarında bağ kurulmuş, insanın en aciz olduğu zamanlarda evinin kucağında avuntu bulabilmişti. Duygular yine o avuntuları arıyordu. Yollar aralarına sadece zaman olarak mesafe koyabilmiş, kavuşmalar yaşandığında ise ayrı geçirdikleri zaman çoktan unutulmuştu.